Pazar, Nisan 21, 2024

Erguvanlar, yağmur ve ben...

... bahtiyarım!

Parkın içinde gezindikçe, erguvanları seyrettikçe, hızla yağan yağmurun sesini dinledikçe aklımdan bu cümle geçti, Nazım'ın şiirindeki gibi... 

***
"Bugün pazar. 
Bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar. 
Ve ben ömrümde ilk defa gökyüzünün 
bu kadar benden uzak 
bu kadar mavi 
bu kadar geniş olduğuna şaşarak 
kımıldamadan durdum. 
Sonra saygıyla toprağa oturdum, 
dayadım sırtımı duvara. 
Bu anda ne düşmek dalgalara, 
bu anda ne kavga, ne hürriyet, ne karım. 
Toprak, güneş ve ben... 
Bahtiyarım... "
***

"Bu anda ne kaygı, ne endişe, 
Erguvanlar, yağmur ve ben... 
Bahtiyarım"  
düşüncesi aklımdan geçerken içime dolan his şiirdekinin aynıydı. 
Dün ortalığı birbirine katan sitte-i sevr fırtınasının etkisi geçmiş, yağmur durmuş, güneş açmışken dünü hatırlamak ve anlatmak uzak geçmişe yolculuk gibi geliyor. Ne tuhaf!



Parkın girişindeki iki gövdeli erguvan, 
Fotoğrafı 2018 yılında 23 Nisan günü çekmiştim. 


Oradan devam edeyim şimdi. 

Marinayı geride bırakırken Kalkedon'un önünden kıvrılıp, yol çatallanmadan önceki küçük köprüyü geçtim, parka girdim. O sırada yağmur azalmış gibiydi.
Parkın girişinde sağda bir kaç genç erguvan erken çiçeklendikleri için, yağmurun da etkisiyle çiçeklerinin çoğunu dökmüştü. İki gövdeli erguvanın parka ilk girişte verdiği ışığın  yokluğunu bir kez daha derinden hissettim. 

Yukarıdaki erguvan iki senedir böyle, ne yazık ki...

Yanlış hatırlamıyorsam 2020 - 2021 kışı fırtınalı ve karlı geçmiş, parktaki pek çok ağaç zarar görmüştü.
Sevgili erguvanım ve girişteki bu ağaç o zaman kar ağırlığıyla ya da rüzgar etkisiyle kırılmış olmalı.
Şimdilerde gövdeleri duruyor, sanıyorum gövdenin yanlarından üreyen erguvanlar oluyor. Belki de o yavruları parkın başka yerlerine dikiyorlar ya da ben böyle düşünmek istiyorum.



Romantika'nın hemen karşısına düşen koca gövde ve üzerine sarılıp yeni bir çeşit ağaç üreten mor salkım.

Biraz evvel azalmış gibi yapan yağmur yeniden arttı. Telefonu pardesümün cebinden çıkarıp, şemsiyem yana kaykılmış halde fotoğraf  çekmeye çalışıyorum, telefon saniyesinde ıslanıyor. 
Şimdi yine yol çatallanıyor, seçenekler soldan denize doğru devam etmek veya sağdan sakız ağaçlı küçük sete çıkmak ve çocuk bahçesi tarafına geçmek. İkinciyi seçiyorum.



Sakız ağaçlı setten parka ve önündeki erguvana bakış,

Annanemin ve annemin oturmayı en çok sevdiği küçük kafe kaç senedir kapalı. Parka her gidişimde mutlaka yine o sete çıkıp, eskiden  bazen saatlerce oturduğumuz o ağaç altından parka bakıyorum. 
Setin taş zemini yağmur ve rüzgar etkisiyle yerlere dökülmüş polenlerle halı gibi kaplanmıştı. 
Her zaman ortalıkta dolaşan, arkadaki sarnıcın etrafına yerleşmiş kediler hangi kuytuya saklandılarsa görünmüyorlardı. Eh, kedilerin yağmursever olduğunu pek söyleyemeyiz, değil mi?



Gözlerden uzakta, adeta saklanmış, yerini sevmiş, sere serpe açılmış...

Setin arkasına doğru yürüyorum, artık sadece gövdesi kalan eski kocaman erguvanımı selamlıyorum ve işte!...
Bu senenin birincisi bu, genç bir erguvan, yine iki gövdeli, yine canlı, güzel mi güzel...




Biraz daha yakından bakalım, dallarının altında duralım, başımızın üstünde erguvani bir dünya olsun...

Ağacın etrafında dolaşıyorum, gövdelerine dokunuyorum, çiçeklerini seyrediyorum, etraftaki ladinle, sakızla dallarının dokunmadan birlikte oluşlarına hayran oluyorum.
O andan itibaren yüzüme yerleşmiş gülücükle, dünya umrumda olmadan, yağmurun sesini dinliyor, ağaçların güzelliğini içime sindiriyorum.



Parkın orta bölgesindeki büyük erguvan,

Artık deniz tarafına yürüyebilirim, rüzgar ve yağmur yeniden çoğalıyor. İki hanım şemsiyeleriyle karşıdan geliyor, selamlaşıyoruz. 
Az ileride deniz kenarında ılgınların altındaki  bankta oturmuş, yağmura aldırmadan denizi seyreden bir bey var. İki dakika sonra kalkıyor, yürümeye devam ediyor.
O sırada denizdeki kürek takımlarını görüyorum, havaya aldırmadan çalışıyorlar. Biraz açıkta bir tekne yelkenlerini fora etmiş, seyirde.
Deniz, hava, adalar, gri, gri, gri...

Sırtımı denize verip, tekrar parkın içine doğru yürüyorum, ağaçları seyrediyorum, bu anın unutulmazlığını iliklerimde hissediyorum, içimde adını bilemediğim bir şarkı duyuyorum, melodisi dilimin ucunda... 

Prag'da kalenin bahçesindeki bir erguvan, oğlum aracılığıyla selam gönderdi.

Parktan ayrılıyorum, geldiğim yolu tersten aşıyorum, Feneryolu'na yürüyorum, trenle Suadiye'ye gidiyorum, eve yürüyorum.

Aklımda, ruhumda parkta geçirdiğim anlar...

Perşembe, Nisan 18, 2024

İstanbul'da bir bahar gezmesinden notlar

Hafta başında  kızımın doğum gününde kendimize ana-kız gezme hediyesi verdik. Doğrusu ya, İstanbul bu hediyeyi hakkıyla yaşamamızı, yine bir şeylere şaşmamızı, hayran kalmamızı sağladı.

Sabah marmarayla karşıya geçtik, Yenikapı istasyonunda indik. Bana kalsa tramvaya atlayıp doğrudan Sultanahmet meydanına ulaşırdım. Kızım ısrar etti, ben buraları hiç bilmiyorum, yürüyerek gidelim, sen bana anlat. Ne var canım, zaten fakültem Beyazıt'ta idi, okula o zamanlar oturduğumuz Bakırköy'den gider gelirken Aksaray'da aktarma yapardım, okuldan çıkar Laleli'ye gider Pehlivan büfe'de sandviç yerdik, kısacası iyi bilirim ben buraları. 

Hayır işte, öyle değilmiş! Daha Yenikapı'dan Aksaray meydanına doğru yürürken anlamaya başlamıştım da gezmenin sonunda tam olarak kafama yerleşti. 
İlk olarak aradan yıllar geçti, İstanbul'un bu bölgesi özellikle çok değişti. Bizim fakülte yıllarımızdan sonra  Rusya'dan gelenlerin deri eşya aldığı yer olarak bilinen Aksaray Laleli arası, sonraki yıllarda Moldavya'dan, Özbekistan'dan, Türkmenistan'dan ve en son Afrika'dan çalışmaya gelenlerin şehirle tanıştığı bir bölge haline gelmiş/geldi. Dolayısıyla,  her dilden seyahat acentasına ve dünyanın dört tarafından insana rastlanabiliyor.


İşte ilk sürprizli tanışma.
Yenikapı'dan Aksaray'a doğru yürürken, şurada ne var bakalım merakıyla ana caddeden ayrılınca, paralel sokaklarda biraz kaybolunca karşımıza çıkan M.S. 920 tarihli kadınlar manastırı, ya da mür yağı yeri anlamındaki ismiyle Myrelaion kilisesi.
1203'deki büyük yangında harap olmuş, 13. yüzyılda yeniden yapılmış, Latin istilasında zarar görünce 14. yüzyılda yeniden yapılmış ve II. Bayezid döneminde sadrazam Mesih Paşa 1501'de kiliseyi camiye çevirmiş. Caminin yanında bir su sarnıcı varmış ve kilisenin temelleri arasında kaldığı için günümüze kadar çok iyi durumda gelebilmiş.
Bina şimdilerde  Bodrum Camii olarak anılıyor, bu adın sebebinin temeldeki sarnıç olduğu konusunda kendimce fikir yürüttüm.



Laleli'de kısa bir süre  kaybolup tekrar ana caddeye çıkmamamızdan hemen sonra bu defa Fen Fakültesi'nin yanından saparak karşı yönde yeni bir keşif yaptık. Yine bizim öğrencilik yıllarımızla hiç benzerliği kalmamış, daha çok abiye tekstil ürünleri satılan kocaman binaların arasından geçerek, bir anda kendimizi Saraçhane'deki İBB binasının arkasında buluverdik.
Tam kavşakta sol tarafımızda belediye binası, sağ tarafımızda eski Direklerarası, karşımızda Şehzade Mehmet Camii olacak şekilde durunca, sanki amaç urada olmak gibiymiş gibi "işte Şehzadebaşı'na geldik yavrum" dedim, çıktım işin içinden. 
Gelmişken güzelim Şehzade Camii'ne ziyaret etmemek olmaz dedik, avlusundan girdik. Yukarıda avlunun cümle kapısı tarafındaki girişini görüyorsunuz.



Caminin arka avlusu, çok büyük; kocaman çınarlar ve çamlar ve diğer çeşit ağaçlarla süslü, sakin, huzurlu bir alan.
Dokuz sene önce yukarıdaki anıt çınarın bir fotoğrafını çekmiştim, sonra buldum o fotoğrafı. Zaman içinde caminin ve bahçenin bakımını yapan İBB çınarın etrafındaki toprağı yükseltmiş, korumaya almış. Şimdi ağaç eskisinden daha sağlıklı duruyor.



Şehzade camiinden çıktıktan sonraki hedefimiz Vezneciler üzerinden Beyazıt meydanına çıkmaktı.
Ve fakat biz yine "şu sokakta ne varmış" merakıyla saparak, sağdan değil de soldan gidince kendimizi tarihi Vefa bozacısının önünde buluverdik. İstesek bulur muyduk bilmiyorum, bulurduk herhalde, sokağın Unkapanı tarafında Atatürk Bulvarından olan girişini bildiğim için oradan bulurdum. 
Nasıl güzel, küçük, zarif bina, değil mi?



Aslında ille de boza içeyim derdinde değilim ama, her sene bir vesile olur boza içerim. İtiraf ediyorum, bu kış hiç boza içmemiştim, kısmet bugüneymiş.
İçerisi böyle güzel ve yıllar önce nasılsa, şimdi de öyle korunmuş halde.
Ustanın durduğu tezgah, arkası, boza ve sirke küpleri, duvardaki resimler, hepsi insanı zaman yolculuğuna götürür gibiler.
İkimiz bir bozayı paylaştık. Kızım karşıdaki leblebi dükkanına gitti, yola götürmeye ve bozanın üstüne koymaya leblebi aldı. Bozanın keyfini çıkardık.



Biz güya Beyazıt'a gidiyorduk, değil mi? 
Olmadı, yine yön değiştirdik, önce Süleymaniye Camii'ne gidelim, Beyazıt'tan sonra Çarşıkapı'ya doğru gideriz  kararına vardık. 
Yönümüzü Süleymaniye'ye çevirmişken, küçük bir tırmanış esnasında sol tarafta bir yamaçta çok tanıdık bir bina gözümüze çarptı. Meğer, Zeyrek'teki Molla Zeyrek Camii'ne bakan karşı yamaçta bulunuyormuşuz.
Eski adıyla Pantokrator Manastırı olan bina orta Bizans dönemi yapılarındanmış, sanıyorum yakın dönemde yeniden tarih meraklılarının  dikkatini çekmeye başladı.



Nihayet Süleymaniye'ye geldik. Muhteşem Süleyman'ın muhteşem mimarbaşı Sinan'ın eseri olan cami ve külliyesi İstanbul'un her yerinden görülebilen bir tepede. Gerçi her yeri derken eski İstanbul'u dikkate almak lazım. Yine de yeni İstanbul'un da pek çok yerinden görünüyor. 
Camii, avlusu, etrafındaki külliyesi ve türbeler hepsi çok etkileyici. Yukarıdaki fotoğrafta camii ve Süleyman türbesi bahçe duvarının ardında kısmen gözüküyor.
Bir o kadar etkileyici olan diğer görüntü, türbelerin bulunduğu avlunun etrafındaki taş duvarların üstünden İstanbul'un manzarasına bakmak.
Ne tuhaftır ki, manzarayı sadece seyrettik, hiç fotoğraf çekmedik. Galiba en güzeli insanın zihninde kalan görüntüler.



Onca yol yürüdükten ve gezdikten sonra, vakit öğleni epey geçince karnımız zil çalmaya başladı. 
Yola çıkarkenki hedefimiz Sultanahmet köftecisine gitmekti. Birden aklıma geldi, Süleymaniye'de çok güzel kuru fasulye yapan dükkanlar vardır. Bizim öğrenciliğimizde bir tür öğrenci ve esnaf aşevi gibi olan bir kaç küçük dükkan, şimdilerde çok bilinen turist çeken yerler haline geldiler.
Bir kaç sene önceki sınıf arkadaşları buluşmasında, fakülte ziyaretinden hemen sonra doğrudan kuru fasulye yemeğe gitmiştik. bundan ala nostalji mi olur?
Sadece kuru pilav turşu ve ayranla damaklarımıza şenlik yaşattık.



Karnımız da doydu, şimdi kızıma okulumu, üniversitemin rektörlük binasını gösterebilirim. Gösteremezmişim! Elimizi kolumuzu sallayarak yan kapılardan birine yanaştık, içeriye doğru yürürken güvenlik görevlisi sordu "öğrenci misiniz " Eskiden öğrenciydim, şöyle bir bakıp çıksak? Olmazmış, sadece öğrenciler ve kaydı, davetiyesi olanlar girebilirmiş. Hııı! Peki madem.
Öyleyse uzaktan kısa bir tanıtım, "bak yavrum şurası rektörlük binası, bizim fakülte onun gerisinde, şuradaki kule Beyazıt kulesi, hani geceleri hava durumuna göre tepesinde mavi, sarı, yeşil, kırmızı ışık yanar ya, o işte" 
Sonra, yandan yandan yürüdük, İktisat Fakültesi, eski Basın yayın yüksek Okulu şimdinin İletişim Fakültesi ve eczacılık fakültelerinde büyük bir onarım ve yeniden yapım faaliyeti vardı, her yer tahta perde ile doluydu. Nihayet Beyazıt meydanına ve üniversitenin ünlü simge kapısına çıktık. Bahçeye doğru oradan bir göz attık. Kapının önünde hatıra fotoğrafları çektik. Üzerinde yazan Romen rakamlarını okumaya ve kaç yazdığını anlamaya çalıştık.



Farkındayım, yazı uzadıkça uzuyor ama hiç eklenti yapmadım, olan bu, yürümekle aşınmayacak yollar yapmışlar biliyorsunuz.
Beyazit'tan sonra Çarşıkapı'ya yürüdük, tabii ki tarihi Çınaraltı meydanında o muhteşem çınara selam vererek ve "bak burada oyalanmayalım lütfen" diyerek önden tedbir almama rağmen ancak on dakikada yürüyebildiğimiz Sahaflar çarşısından geçerek.
Bu noktada iki seçeneğimiz vardı, ya Kapalıçarşı'nın kalabalığına girecek, Nuruosmaniye kapısından çıkacak ve Sultanahmet'e ulaşacaktık ya da Çemberlitaş üzerinden geçerek caddeden Türkocağı'nda kahve molası verecek ve o köşeden Cağaloğlu'na kıvrılarak ileriden Sultanahmet'e ulaşacaktık.
Biz ikincisini seçtik, kahve molası ile enerji topladık.

Sultanahmet meydanı çok ama çok kalabalıktı. Ben gölge bir yer bulup Ayasofya'ya bakarak oturdum, kızım Caminin içini görmek için TC vatandaşları için ücretsiz olan kapıdan geçerek içeriye girdi, bir dolaşıp çıktı. Üst katlar için ayrıca arka kapıdan girmek gerekiyormuş. 
Ayasofya'nın yanından Topkapı Sarayı'na doğru yol aldık, sağda Aya İrini kilisesini, ileride sokak içerisinde Arkeoloji Müzesini arkamızda bıraktık ve Gülhane Parkının ana girişine ulaştık.
İçeride lale şenliğini izlemeye gelmiş yerli yabancı kalabalık arasından yol bulduk, yan yollara orada da saptık ve serin bir ağaç altında oturup lalelere, ağaçlara, kuşlara baktık.



Gülhane'den Sarayburnu yönünde çıktık, Sirkeci'ye doğru ilerleyip Sepetçiler Kasrı'nı ve hemen orada demir atmış olan İspanyol uçak gemisini geride bırakarak yürümeye devam ettik ve Eminönü'ne ulaştık.
İşte iskeleler, işte son anda kaçırdığımız Kadıköy vapuru, bir sonrakini beklerken oturup denize bakmaya  daldığımız banklar...

Vapurda yan tarafa oturduk, caanım şehrimizi seyrederek (yukarıdaki Galata manzarası oradan)  bizim kıyıya yanaştık, iskelede bu yazıyla vedalaştık.

Cuma, Nisan 12, 2024

Bayramda yaya trafiği üzerine bir kısım havanda su dövmeceler...



Kardeşim sadece hafta sonu trafiğe çıkan ve ailece gezmeye giderken araba kullananlar için "trafiğin akışını bozuyorlar, sabah akşam işe gidip gelenlerin trafik disiplinli davranışları arada sırada araba kullananlarda olmuyor" der.

Bugün benzer bir durumun ailece bayram gezmesine çıkmış, toplu taşımaya giden yollarda, aktarma istasyonlarında yayılarak, birbirine laf anlatarak, gezerek giden yayalar için de geçerli olduğunu düşündüm. 
İnsanların tek başlarına şehir disiplini ya da robotizmi içinde yollarda koşturarak yürümeleri ile karşılaştırıldığında önünüz sıra yürüyen üç beş kişilik kalabalığın hangi anda duracağı ya da onların sağından mı solundan mı geçmenin daha kolay olacağına karar verilmesi gerekiyor.

Derseniz ki "kardeşim senenin üç beş günü de varsın millet yayılarak yürüsün, sen de biraz ağırdan alsan ne olacak?"

Haklısınız!


Fotoğraflar İçin Not:

Geçen hafta Bulgur Palas'a giderken Şulemle  buluşmak için, Yenikapı  İstasyonunda Marmaray ve Metro aktarmalarının da yapıldığı ana holde bir kaç dakika beklemiştim.
Her zaman bir koşu geçtiğimiz bir yerde bir kaç dakika bile fazladan durmak ve etrafı seyretmek  gerçekten öğretici ve eğlenceliydi.
Fotoğrafları o sırada çektim, ana duvarlar ve tavan çok hoş detaylar ve mozaik çalışmalarla süslenmiş. 
Marmaray yapılırken Yenikapı'da pek çok arkeolojik eser bulundu, şimdi istasyon dışında kocaman bir arkeolojik park yapılıyor.  Umarım yakında açılır ve tarihi Yenikapı limanının eski halini gözümüzle görürüz.

Çarşamba, Nisan 03, 2024

"BULGUR PALAS" mı? Neden bulgur demişler?

İBB Kültür Sanat tarafından onarılıp, düzenlenen Bulgur Palas açıldı, haberini ilk okuduğumda yanlış okuyorum sandım, doğru okuduğumu anlayınca  neden bulgur ki dedim ve bugün sorumun cevabını aldım.
Meğer, konağın sahibi Bolulu Habip Bey bulgur ticareti yaparak zengin olmuşmuş, konağın adı bu bağlantıdan ötürü halk arasında bulgur palas olarak anılırmış.
Habip Bey kimmiş, nasıl zengin olmuş, konağı nasıl yaptırmış, o esnada başına neler gelmiş konulu hikayede ayrıntı isterseniz, buraya tık lütfen. 



Gelelim bugünkü Bulgur Palas gezimize:
Geçende Şulemle konuşurken sözü geçmişti, ikimiz birde "yahu orayı çok merak ediyorum, gitmek istiyorum" deyince, e hadi madem gidelim ilk fırsatta kararına varmıştık.
İlk fırsat bugün çıktı, Şuleciğim üniversitede işlerini halledip vakitlice çıktı Marmaraya bindi, ben bizim taraftan metro aktarmasıyla geldim ve Marmaray Yenikapı istasyonunda buluştuk.
Ardından haritadan bulduğumuz yürüme yolu önerisine uyarak, Langa Bostanı Sokaktan yürümeye başladık. Bir sol, bir sağ bir daha sol derken yolumuzu Bulgur Palas'a kavuşturduk. 

Yukarıdaki fotoğrafı,  avluya girdikten sonra binaya giriş kapısının önünde çektim. 



Binanın etrafında şöyle bir dolaştık, bahçede gezindik, en altta göreceğiniz manzaraya baktık ki o manzarayı binanın içinde yukarıdan aşağıya inerken başta en üstteki kubbeli alandan ve sonra onun alt katından ve sonra bir alt kattan... defalarca hayranlıkla izleyecektik.

Sırtımı deniz tarafına verdiğimde, yukarıdaki fotoğrafın tam çapraz köşesinden binayı bu şekilde gördüm.


Bulgur Palas'a "İstanbul Senin" uygulamasından okutacağınız karekod ile giriliyor.
Binanın giriş katında ve ikinci katında kocaman bir kütüphane var. Ayrıca çalışma ve toplantı  salonları da yer alıyor. Üçüncü kat ve sonrasında Magnum sanatçılarının fotoğraflarından oluşan bir sergi var.
Kulenin altındaki bölümde yine bir Magnum sanatçısı Emin Özmen'in İstanbul fotoğrafları sergileniyor. 
Fotoğraflarını hayranlıkla izlediğimiz sanatçının İstanbul'la ilgili şu cümlelerine bayıldık:
"İstanbul tüm çelişkileri ve ironileriyle tüm renklerin şehri. Kaygısız, arsız, gizemli; İstanbul her şeyin mümkün olduğu, lakin kavraması imkansız bir şehir.
İstanbul sizi göz açıp kapayıncaya kadar başka bir atmosfere başka bir aleme götürür."

Merdivenlerin güzelliğine bakar mısınız?  Üst kata doğru yükselirken oturup soluk almalık genişlikte.



Hayran hayran gezip, manzaraya mı sergiye mi bakacağımızı bilemeden dolaşıp, on dakika bir birbirimize "bayıldım, bayıldım!" "insan burada gelip otursa derdi tasası kalmaz" dediğimiz sergi  katlardan ve nefis kütüphaneden sonra, girişteki bahçede bulunan İstanbul Kitapçısında da bir tur attık ve bahçedeki Beltur'da hafif bir şeyler yedik, çay kahve içtik.

Bahçede otururken, minik havuzun yanıbaşındaki ağacın arkasından binayı duvar arkasından görüyorduk.



Bulgur Palas'tan istemeye istemeye ayrıldıktan sonra, bu def navigasyona bakmadık. 
Ben buraları bilirdim yahu şöyle gidelim dedim ve Cerrahpaşa Camii'nin bulunduğu Cerrahpaşa Caddesinden bir süre yürüdükten sonra, Haseki Hastanesinin yanından kıvrılıp Dr. Adnan Adıvar Caddesi üzerinden doğru Millet Caddesine çıkarak Aksaray üzerinden Yenikapı Marmaray istasyonuna ulaştık.

Yukarıdaki manzara, başta tarif etmeye çalıştığım deniz tarafı.
Büyütüp daha ayrıntılı görebilirsiniz belki, solda arkada Kadıköy kıyıları uzanıyor, sağda adaların ucu görünüyor, hemen önde deniz kenarında Yenikapı deniz otobüsü iskelesi ve sol tarafta kadraj dışında kalmış olan Yenikapı miting alanı yer alıyor.

Çarşamba, Mart 27, 2024

YEŞİLKÖY'DE GÜZEL BİR GÜN

Günün gezmesinin ana hedefi, bir arkadaşımızın doğum gününü kutlamak için birkaç arkadaş birlikte olmaktı. Bu defa hep yaptığımızın aksine Kadıköy'de kalmayalım, karşı kıyıya geçelim fikri ortaya atılınca, hepimiz destekledik.
Hedef, Marmaray Ayrılık Çeşmesi İstasyonunda buluşup, Yeşilköy'e gitmek olarak belirlendi. Biz Kadıköylüler için adeta kıtalararası macera tadında bir gezi.

Sabah metroyla Ayrılık Çeşmesi'ne giderken üniversite yıllarım aklıma geldi, O vakit Yeşilköy, Ataköy, Bakırköy, Yenimahalle'de oturan bir kaç arkadaş fakülte çıkışı Çarşıkapı'dan yürümeye başlayıp, Kapalıçarşı'dan ya da Cağaloğlu'ndan geçip, Sirkeci'de istasyondan banliyö trenine biner, sohbet muhabbet tıngır mıngır evlerimize dönerdik. İşte o yıllarda bazen Yeşilköy, Yeşilyurt'ta oturan arkadaşlarımıza gezmeye gidip, gezmişliğimiz de vardı.
Sonraki yıllarda ara sıra, International Hospital'da hasta ziyareti, Maydanoz Showland'de gösteri izlemek gibi sebeplerle Yeşilköy'e gitmiştik. Son on - onbeş senede şehrin o yakasına gidip gelmek gündelik hayat rutinleri arasından kesinlikle çıktı.


Trenden indikten sonra, istasyonun karşısındaki çiçekçiden sorduk, "Yeşilköy pazarı nerede?"
Meğer, Yeşilköy'ün ünlü sosyete pazarı, tesadüfen bugün kuruluyormuş. Bir arkadaşımız çok merak edermiş, onu kırmadık ve pazara doğru yürüdük.
Hemen şurada iki - üç dakika yürüyeceksiniz denilen pazar, meğerse tarif edilen yoldan gidildiğinde sevimsiz bir araba yolu yanı dar kaldırımdan yürümek ve onbeş dakika kadar trafikte gitmek demekmiş. Neyse artık, girdik bir yola, o pazara gidilecek!
Sonuçta, kocaman kapalı pazar yerine ulaştığımızda biz iki arkadaş azıcık dolanıp, kahve içilecek bir köşe bulunca hemen yayıldık oturduk. Diğer üç arkadaş, belirlediğimiz vakte kadar pazarda dolaştı, sevimli bir kaç nesne almış olarak pazardan ayrıldılar. Böylece hepimiz mutlu olduk.

Pazardan sonraki hedefimiz, karnımız acıkmış olarak Balıkçılar Çarşısını bulmak oldu. Daha önce denenmiş ve memnun kalınmış bir lokantada oturduk. Bol salata, bir kaç meze ve mezgit, istavrit  ile güzelce karnımızı doyurduk.




Artık sahile doğru yürümek ve deniz havası almak zamanıydı. 
Yeşilköy'ün halen ayakta duran tarihi köşkleri arasından sahil parkına ulaştık. Biraz sağa yürüdük, martılarla dolu bir plaja ulaştık, geri döndük biraz sola yürüdük.

Sahil sefasını bitirdikten sonra rotamızı çarşı içine doğru kırdık  ve Roma Dondurmacısını bulmak hedefiyle yürüdük ve işte köşedeki minik dükkan karşımızda.
Dondurmalarımızı alıp, küçük dükkanın önündeki minik masada oturup, bir yandan sohbete devam ettik, diğer yandan karşımızdaki kocaman tarihi köşkü seyrettik. 
Dondurma sefasından sonra, altı yedi dakikalık bir yürüyüşle istasyona ulaştık ve gelen trenle bizim kıyıya doğru yola çıktık. 

Notlar:
1- İlk fotoğrafta İstasyon caddesi üzerindeki köşklerden bazılarını görüyorsunuz.
2- Yeşilköy köşklerinin başka fotoğraflarını görmek isterseniz, burada bir sayfanın linkini veriyorum, tık.